Canlılığın Oluşum Öyküsünde Renklerin Dansı

Dikkat! Dünyaya yeni gelmiş gibi bakarak dolaşmanıza sebep olabilir. Esasında bir sunumun kitaplaştırılmasıdır: Net olarak özetlenmiş bilgiler ve bol fotoğraf içerir. Bilinçli canlılar olarak “renk” diye tanımladığımız ışınların olayını, evrim üzerinden açıklar. Esasında doğada renk diye bir şey yoktur, diye başlar. Rengin evrensel bir yapı olmadığını, canlılarda nesneleri algılayabilmeleri için oluşmuş evrimsel bir yapı olduğunu anlatır. Sadece mavi, yeşil ve kırmızı dalga boyunu görebilen yüksek organizasyonlu hayvanların reseptörleri, evrimleşmelerine koşut olarak gelişmiştir. Ses, hız, zaman gibi görece bir kavram olan rengi, canlılık neler neler için kullanmıştır? Renklerle olan ilişkimizi kavramamızı sağlayan, rengarenk bir sunumdur. Prof. Dr. Ali Demirsoy anlattıkça, kafada bir Bob Ross da belirir. Siz okursunuz, Bob Ross resmeder:

İyi günler. Yine beraber olduğumuz için çok mutluyum. Bugün Dünya’mızı renklendiriyoruz. Önce, çukur yerlerine sular yığılsın; mavi okyanuslarla başlayalım. Ben tam anlamıyla su fanatiğiyimdir. Çok severim su yapmasını. Fırçamı, bu şekilde, sallar gibi kullanıyorum. Güzel oldu, gerçekten çok güzel oldu. Biraz daha boya alalım. Sonra, buraya gelip fırçamızı küçük çarpı işaretleri yapar gibi kullanarak, gökyüzü de yapalım. İşte, dünyamıza yeterince mavi kattık, harika… Birazdan sahneye klorofil molekülü çıkınca işler biraz değişecek. Şimdi fırçamızı bir güzel yıkayalım. Bu işin en eğlenceli tarafıdır. Fazlasını silkeliyoruz; ve kuruması için bir güzel pataklıyoruz. Fırçaların kuru olması çok önemli.

Şimdi buradan biraz yeşil alalım. Bakın, alg ve yosunlar dünya sularına nasıl da yeşil katıyor. Çünkü, Güneş ışığının mavi ve kırmızı dalga boylarını soğurup yeşili yansıtıyorlar. İşte ilk canlılık… Karaya çıkışı likenlerle başlatalım bakalım. Ve tabii kara yosunları ile devam etsin. O zaman karalara da yeşil fırça darbeleri atalım, işte böyle… Biliyor musunuz; denizlerdeki alglerin ürettiği oksijen ozon tabakasını güçlendirmiş. Böylelikle Güneş ışınlarının yıkıcı etkisi azalmış; ve denizlerin dibindeki canlılar önce yüzeye, daha sonra da karaya çıkabilmişler. Vay canına! Şimdi işimize bakalım. Ben diyorum ki, hiç de suya bağımlı olmayan kibrit otları, atkuyrukları ve eğrelti otlarını da karaya yaymaya başlayabiliriz. Sonuçta bunlar, rüzgâr yolu ile tozlaşan arkadaşlarımız. Hey, işte karaların gerçek işgali başladı! 

Düşünebiliyor musunuz; bir zamanlar tek parça halinde olan Dünya, iç dinamikler nedeniyle, kıtalara parçalanmış. Öyle olunca iklim kuşakları meydana gelmiş; ve canlılarda tür çeşitlenmesi artmış. Biz de karadaki bu yeşil bitkilerimizi çeşitlendirelim. Sporlu bitkilerden tohumlu bitkilere geçişin sonucu ne dersiniz? İşte dünyamız palmiye tarlasına döndü. Nefis… Ardından çam, ladin, ardıç, köknar gibi iğne yapraklı ağaçlar her yanı kaplasın. Buraya kadar güzel oldu; dünyamıza yeterince yeşil kattık. Biz resmimizdeki ağaçların yanmasını istemeyiz, değil mi? Bizim ağaçlarımız yanmamalı. Şimdi şuraya bir ginko biloba yapalım, bilinen ilk geniş yapraklı ağaç, meyve ağaçlarının atası… Hikâyemizin devamı şöyle: Tohumlu bitkiler ardından çiçekli bitkiler evrimleşmiş. Buna bağlı olarak da yarı başkalaşımlı böceklerden tam başkalaşımlı böcekler evrimleşmiş. Böcekler ve bitkiler arasında simbiyozis, yani ortakyaşarlık başlayınca, renklerin dansı da başlamış.

Hazırsanız, artık Dünya’yı rengarenk yapacağız; gerçekten çok heyecan verici. İlk önemli kararımızı vermek üzereyiz: Acaba ilk renk neydi? Sarı olabilir… Çünkü sarı, bu kadar yeşil bir Dünya içinde “ben buradayım!” diye bağırabilir. Şimdi şurada kocaman sarı bir çiçek açtığını hayal ediyorum. İşte, böceklere göz kırpıyor. Çiçeğimizin üstüne bir arkadaş koysak iyi olur. Mesela, bir arı… Evet, arı çiçek sayesinde besleniyor. Çiçek de arı sayesinde polenlerini yayıyor. Harika bir yardımlaşma! Bu gelişme nereye varacak dersiniz?

Bitkiler, böcekleri ve hatta kuşları kendilerine çekebilmek için rekabete girmişler. Çünkü, evrimin kuralı çok basit: Seçilirsen ayakta kalırsın, seçilmezsen yok olur gidersin. Aman tanrım, burada büyük bir rekabet başladı. Şimdi elimdeki tüm boyaları kullanıyorum; akıl almaz renklerde ve desenlerde çiçekler yapıyorum. Her yere yapıyorum her yere! Biri beni durdursun! Teşekkür ederim yönetmenim… Karar şöyle: Herkes senenin başka bir ayı açacakmış. Biyoloji takvimi kurulduğuna göre, herkesin kendini gösterebileceği bir zamanı var demektir; güzel… Yeri gelmişken, böcekleri ortadan kaldırdığımızda dünyanın ne kadar renksiz olacağını hiç düşündünüz mü? Ben de hiç düşünmemiştim. Neyse, rekabet arttıkça mutasyonla yeni yeni renkler de ortaya çıkmış. Mayoz bölünmeyle çeşit üretimi başlayınca, zaten renklerde de çeşit artmış. Tahmin edeceğiniz üzere, evrimdeki cezbetme yarışına elbette hayvanlar da girmiş. 

Sahi, son olarak memeli bir hayvan da yapalım. Benim hayvanlara karşı büyük düşkünlüğüm olduğunu bilirsiniz. Belki de dünyamızda şu ağaçların altında bir anne zebra dolaşıyor. Evet, desenlerini dikkatle çizelim. Ben diyorum ki, hemen dibinde de sevimli yavrusu olsun. Kıçından ayrılmıyor çünkü annesini barkodundan tanıyor. Barkodun insan icadı olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayvanların üzerindeki desenler onların kimlik belgeleri olabiliyor. Evet, artık imzamı atarak bu resmin bittiğini ilan edeyim. İnsan da doğanın bir elemanı olarak, ekosistemde gördüklerini taklit edip duruyor işte. Kına yakarken, makyaj yaparken, sinyal verirken, güç simgesi olarak bayrakları renklendirken, hatta gözdağı vermek için dik dik bakarken bile… Ben diyorum ki, en iyisi siz bu kitabı okuyun.

Unutmayın; sanatsal estetiği ve yaşam felsefesini en iyi görüp anlayabileceğimiz yer doğadır. Umarım bu renkli Dünya’yı siz de benim kadar sevmişsinizdir. Kim bilir belki bir gün yine karşılaşırız. Renkli günleriniz eksik olmasın; hoşçakalın. 

Share this Post