MelteM Ural neyin nesi kimin sesidir? Bunu kuru kuruya özgeçmiş yazarak yanıtlamak yerine, kendimi ifade etme şansı bulduğum bir söyleşiyi sunmak isterim. Bu söyleşi Varlık dergisinin Dünyanın Sonu Yaklaşırken Sanatın Anlamı dosyasını ele aldığı Mart 2021 sayısında yayımlanmış, derginin Deneysel Müzik köşesi için yapılmıştı. Yamaç Kona’nın sorularını memnuniyetle yanıtlamıştım. Keyifli okumalar:

· YTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra, aynı üniversitenin Sanat ve Tasarım Fakültesi bünyesinde yer alan Duysal Ses Sanatları Tasarımı Bölümü’nde kompozisyon öğrenimi gördün. Müzikle ilişkin nasıl başladı ve dallanıp budaklandı?

Ses dünyasıyla ilişkim, büyüyünce kendisi gibi doktor olacağımı hayal eden babamın oynamam için bana bir stetoskop vermesiyle başladı bence. Dört yaşında stetoskopla gezinen bir tip olarak şu tür şeyler deneyimlemiş olmalıyım: İnsanın içi saat gibi tıklar, buzdolabının içi üşüttüğü için hırlar… Koltuğun içi yoktur!? Ayrıca elimin altında bir org hep vardı. Ben büyüyüp boy attıkça, org da büyüyüp boy atıyordu fakat ilişkimiz itinayla “hobi” seviyesinde tutulacaktı. Kendimi Michael Jackson zannettiğim kısa bir dönem geçirdim; ki o zamanlar onun dansını cidden iyi taklit ederdim. Derken, asi ruhlu bir çocuk olarak ortaokul yıllarında gitar çalmaya, emrivaki ile fen sınıfına sokulduğum lise yıllarında herkese Nirvana dinletmeye, nasıl olduysa puanını tutturduğum için öğrencisi olduğum mühendislik fakültesi yıllarında rock grubu kurup şarkı söylemeye kalkıştım. Yirmi yaşındayken babamın vefatıyla birlikte varoluşun absürtlüğüyle yüzleştim ve kendimi Fruityloops oyuncağıyla beste yapmaya çalışırken buldum. Hayatımın en büyük kırılma noktası 2001 Depeche Mode konseridir. Tanık olabildiğim ve hatta parçası olabildiğim için kendimi her zaman şanslı addettiğim, efsanevi bir olaydı. Bir daha da öyle konser ne duydum ne gördüm zaten. Haliyle o akşam net olarak önümde iki seçenek açıldı: Ya müzik eğitimi alacaktım, ya Dave Gahan’ın peşine düşecektim. İlkini seçtim, sonuçta hayat seçimlerden ibaret.

· Sesle ilgili çalışmalarını nasıl tanımlıyorsun? Şimdiye kadar ürettiğin işler tür açısından farklı nüanslar barındırıyor. Ancak bu nüanslar bulundukları düzlemde birbirlerinin içine geçen, kimi zaman ayırt edilmesi güç kavramlar. Nasıl bir yelpazeye yerleştiriyorsun işlerini?

Yeni bir şey öğrenip kendimi geliştiremeyeceksem, yaptığım işten zevk almam zorlaşıyor. Örneğin, solo enstrüman için içime sinen bir müzik yazabildikten sonra, duo için, trio için, kuartet için, kentet için derken lisanstan orkestra müziği besteleyerek mezun oldum. Mahler’e öykündüğümden değil, oyunun kuralı buydu! Yüksek lisans sırasında bilgisayar desteği almam –Fruityloops günlerini düşünürsek, aslında başladığım noktaya dönmem– kaçınılmaz bir gidişattı. Bu seferki oyun, her çalışmayla başka bir janr içine girmekti. En son tez aşamasında kendime dedim ki, kafayı yeterince müzik tasarlamakla bozdun, şimdi sakince dünyaya kulak misafiri ol… Bu telkinle yaptığım ve Eavesdropper adı altında topladığım kompozisyonları ise “duysal hikâye” (audial story) olarak tanımlıyorum. Somut müzik (musique concrète) geleneğinden yola çıkmış, temelini kaydedilmiş seslerin oluşturduğu ve yardımcı malzeme olarak sentetik seslerin de kullanıldığı, tüm bunların öyküsel bir anlatım gözetilerek montajlandığı, sinematik bir etkisi olan kompozisyonlar. 

· Onları birer anlatı, birer duysal hikâye kılan nitelikleri neler? Çalışma tarzından anladığım kadarıyla elinde saatlere varan alan kayıtlar birikiyor olsa gerek. Bu veri yığını nasıl “Genius Loci” gibi yedi buçuk dakikalık bir duysal hikâye haline geliyor?

Hikâye nedir? Birinin yaşamında bir pencere açılır ve bir süreliğine içerisinde olup bitenleri okuruz. Alan kaydı (field recording) nedir? Hayat akışında dinamik bir kadraj yakalanır ve bir süreliğine içerisinde olup bitenleri dinleriz. Öncelikle tasvirini yapmak istediğimiz kadraja girip, ses kayıt cihazımızı yerleştiririz. (Ben Zoom H6 kullanmıştım ve sesleri hem ortadan, hem soldan, hem sağdan yakalayarak mümkün olduğunca ayrıntılı bir stereo duyum sağlayan mid-side mikrofon modülünü tercih etmiştim.) Sonra kulaklıkları takıp kayıt tuşuna basarız ve bir süre sonra dinleme pratiği başka bir deneyime dönüşür: Şairane tabiriyle, yerin ruhu (genius loci) ile sessiz bir sohbete… Sohbet bittiğinde kayıt da biter. Peki neredeyse bir saat süren upuzun bir alan kayıdı, “Genius Loci “ haline nasıl geldi mesela? En güzel, yani projeye en hizmet eden bölümlerini tespit etmek için, kayıdı onlarca defa dinledim. Seçtiğim bölümleri temizlemek için, yani duyurmak istediklerimi öne çıkarıp gerisini silikleştirmek için, filtrelerden geçirdim. Sonra en dinamik kısımları kesip alarak malzemeler çıkardım. Kimi parçaları uzun tutup hiç müdahale etmeden, kimisini çok manipüle ederek kullandım. Synthesizer vasıtasıyla yapay olarak üretilmiş sesleri de bunlarla harmanlayarak, kompozisyonu düzenledim. Bunu yapıyorken kendimce bir kurgu gözettim ki, tıpkı bir hikâye gibi dinleyiciyi içine katabilsin. Dolayısıyla tıpkı okuyucunun gösterdiği gibi, dinleyiciden özel dikkat talep ediyor. Yemek yaparken de dinleyebileceğimiz bir müzik parçası gibi değil yani. 

· Datça’yla ilişkinin kısaçalarındaki “Genius Loci” parçasının zemini olması sebebiyle de senin için önemli olduğunu düşünüyorum. Metropol dışında geçen bir karantina süreci üretimini nasıl etkiledi? Yaşadığın yerin, Datça’nın senin ve üretimin için önemi nedir?

– “Genius Loci”, John Fowles’ın Büyücü isimli romanından esinlenerek tasarladığım bir duysal hikâye. Romandaki zemin bir Yunan adasıydı; bunun bendeki tekabülü tabii ki Datça oldu. Çünkü çocukluk ve ilkgençlik yıllarımın kayda değer kısmı buranın havası ve suyuyla temas halinde geçti. Bu sebeple olsa gerek, doğayla kuvvetli bir bağım var. Dünyaya bakışım ve hayatta duruşum bu bağdan etkilenmişken, ürettiklerimin muaf olması zaten düşünülemez. Çıkış noktası olarak aldığım ilhamlar, çalışırken seslerle kurduğum ilişki, parçalara verdiğim isimler vesaire doğadan nasibini illaki almıştır. Sonuçta neyle besleniyorsak onu sindirip, dönüştürüp, bilinçaltımızdan çıkartıyoruz. “Genius Loci” adlı işimde var olan ses peyzajı (soundscape), metropol içindeyken hasretini çektiğim bir atmosferdi ve Datça’da ona kavuşmuş oldum. Yani dinleyici olarak şu an halimden oldukça memnunum: Çok acayip baykuş performanslarına tanık olabiliyorum. Fakat tasarımcı olarak bu süreçte bana cazip gelen seslerle oynamak olmadı. 

· Kimi işlerinde insan seslerini, endüstriyel ve beşeri pratiklere ait sesleri birbiri ardına tecrübe ediyoruz. Sanki bunlar özellikle birbirlerinin alanına tecavüz etmeyen, sırasını bekleyen ve sırası geldiğinde tüm odayı kaplayan sesler. Kimi zaman ise maruz kalınan seslerden ziyade kendimizi yerine koyabileceğimiz insan eyleyişlerinin yankıları bizi senin kurguna çekiyor, anlatına şahit olurken  katılımcı olarak hissetmemizi sağlıyor. Işlerini dinlerken kendimi senin kurgunda bir karakter, bir eyleyen gibi hissediyorum. Bu amaçladığın bir şey mi? 

Dinleyeni kurgunun içine çekmek kesinlikle amaçlamış olduğum bir şey! İşte böyle hissetmene çok sevindim. Çünkü benim için bunlar, tasarlarken kendimi içerisinde bulduğum ses dünyası maceraları. Ben keyif aldım, siz de alın isterim. Dinleyen de interaktif bir oyun oynar gibi kendisini içinde buluveriyorsa, özdeş duruma geliyoruz demektir.

· Habitat kayıtlarının hikâye formlarına dönüşümü okuyucusu olduğun büyülü gerçekçi yazınla kimi analojiler içerisinde gibi görünüyor. Senin için önemli bir ilham kaynağı olduğunu biliyorum. Tezinde büyülü gerçekçiliği kompozisyonel yapıtaşlarına ayırıp bunları tarihsel bağlamda inceliyor, gerek tarihsel gerekse teorik biçimde ses eserleriyle örneklendirip karşılaştırıyorsun. Kendi işlerinde ise tuttuğun alan kayıtları, elektronik olarak ürettiğin sesler, bunları kompozisyonunda örüşün ve bu kompozisyonda doğal ve imal edilmiş gürültünün kullanım alanları kendi gerçekliğini kurguladığını hissettiriyor. Dinleyicin de buna dahil oluyor. Insanın ses habitatı ve büyülü gerçekçi yazına dair ilgin arasındaki bağı nasıl kuruyorsun? Kompozisyonunda benzerlikler görüyor musun? 

Öncelikle “gürültü” (noise) kavramına bir açıklık getirelim: Cırcır böcekleri de gürültü çıkarır, inşaat işleri de; havai fişeğin de gürültüsü vardır, bombanın da; ağlayan bebek de gürültülüdür, elektrikli süpürge de… Seslerin rahatsızlık verip vermemesi, kişinin onlara yüklediği anlamla ve estetik yargılarıyla ilintilidir. Dünyada mutlak sessizlik mümkün değil. Duruma göre desibeli değişmekle birlikte, daimi olarak bir gürültüye maruz kalıyoruz. Yaşam akışının gerçeği bu! Bu gerçeği belgelemek ve duyduğumuz sesleri kayıt altına almak, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri teknolojik olarak mümkün. Yazınsal janr olarak bildiğimiz Büyülü Gerçekçilik, ismiyle müsemma, gerçekçi bir hikâyenin içine fantastik öğeleri yedirir. Ben de diyorum ki, alan kayıtları ile insan tahayyülünden çıkmış sesler birleştiğinde, büyülü gerçekçiliğin doğasındaki düalizm elektroakustik müzikte de elde edilmiş oluyor. Bu durumda alan kayıtlarını gerçeğin öyküsel sunumu olarak kabul ediyorum. Diğer bütün yapay ses dünyalarını ise fantastik içerik olarak görüyorum. Çünkü enstrümanları veya elektronik/sentetik/dönüştürülmüş/işlenmiş/değiştirilmiş/ şekillendirilmiş sesleri kullanarak ne yapmaya çalışıyoruz ki? En nihayetinde dinleyiciyi büyülemeye çalışıyoruz. Eğer “anlatmak” istediğimiz bir şey varsa, bu tür seslerle bunu yapmak zor. Bu noktada Pierre Schaeffer’e bağlanalım: “İki ses kaynağınız vardır: gürültüler, ki onlar her zaman bir şey anlatır – gıcırdayan bir kapı, havlayan bir köpek, gök gürültüsü, fırtına; ve bir de enstrümanlar vardır. Bir enstrüman sana der ki, la la la la…” 

· Peki bu durumda enstrümantal müzikle mimesis ilişkisi nasıl değerlendirilmeli? Mimesisin bu analojide ve kendi üretim sürecindeki yeri nedir? İşlerin gerçeğin neresinde duruyor?

Doğayı ifşa etme amacı güden sanat yaklaşımını elbette anlamlı buluyorum. Enstrümantal müzikte, doğal bir sesin rengini, yani tınısını taklit etmek de var; olaylar arasındaki ilişkiyi yansıtmaya çalışmak, yani sentaktik taklit de var. Bu ikisinin birleşimiyle de “programlı müzik” diye tabir edilen, bestecinin neyi tasvir etmeye çalıştığını az buçuk anlayarak dinlediğimiz bir tarz ortaya çıkmış zaten. Tabiattaki sesleri, hele ki kuş seslerini, çalgılarla veya insan sesiyle verebilmek için az çaba sarf edilmemiş. Klasik müzik tarihi, Beethoven’ın Pastoral Senfoni’sinden tut da Messiaen’in Catalogue d’Oiseaux’suna kadar, kuş şakımalarıyla doludur. Açıkcası Islomania’yı yazarken bu tür benzetmelerle ben de uğraştım. “Genius Loci” adlı işimde ise direkt kuşun kendisi var, ama synthesizer sayesinde yine taklidi de var! Çünkü gerçek kontekst ile hayali kontekst arasında gidip gelen, yer yer muğlak bir ses dünyası elde etmeliydim. Büyücü’yü taklit etmeye çalışmak bunu gerektiriyordu. 

· İç dünyan ve yaptıklarını kurgulama tarzın belirgin biçimde edebiyatla içli dışlı. Tezin de gerek içerik gerekse biçim olarak edebî bir düşünce ve dile sahip. Goodreads’imiz birbirine göz kırpıyor. Yazıyor musun? Yazınsal olarak üzerinde çalıştığın bir proje ya da yapmak istediklerin var mı?

Sadece görsel medya izleyicisi olmakla yetinilen bu devirde, okumanın değeri ve önemi asla anlaşılmıyorken, karşımda iyi bir okuyucu olması büyük mutluluk; teşekkür ederim. Çok okumanın yan etkisi yazmak oluyor biliyorsun. Dolayısıyla bu aralar kelimelerle oynamayı seviyorum. Deneyimlediğim kadarıyla, notalarla bestelemek ile harflerle yazmak arasında zaten teknik benzerlikler var. İkisinde de cümleler kuruyorsun, siliyorsun, düzeltiyorsun ve kompozisyon istediğin hale gelene kadar yazıp yazıp yazdıklarını buduyorsun. Müzik yazısında dinamikler varsa, kelimelerin de anlam nüansları var. Edebiyat yazısında imla işaretleri varsa, seslerin de artikülasyon işaretleri var. Okumak aslında işitsel bir eylem olduğu için, yazıyorken de tempo ve aliterasyon gibi unsurlar gözetiliyor. Kaldı ki eskiden kendi kendine içinden okumak mı varmış? Romalılar, konsere gider gibi bir yazarın okumalarına katılırmış. Keza 19. yüzyıl… Yazarlar turneye çıkıp, bildiğimiz resital veriyorlarmış işte yahu! Velhasıl, müzikle edebiyat zaten bazı noktalarda kesişiyor. Ben bu durumda kesişim kümesi elemanı olarak yazıyorum, diyelim. Diyelim de, nerede yazıyorum? Virginia Woolf tabiriyle “kendine ait bir oda” meselesini, Kadıköy’de kendime ait bir düzen kurarak çözeli on beş sene oldu. Şimdi bu tabiri metafor olarak alıp, içinde bulunduğum çağın gereklerine ve güncel ilgilerime uyarladığımda, ortaya şu proje çıkıyor: Kendime ait bir blog… İnsanlara da bir faydam dokunsun isteğiyle, bu fikir üzerine çalışıyorum. 

· Yayınlamadığın, yapım sürecinde olan işlerin veya projelerin var mı? Ortak çalışmalar yapma arzun var mı?

Şimdilik gündemimde bir ses/müzik projesi yok. Seslerle çalışmayı ne zaman özlerim, hiç bilmiyorum. Beni heyecanlandıracak bir işbirliği söz konusu olur mu, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, tasarlamayı ve kompozisyon üzerine kafa yormayı seviyorum. Malzeme olarak dün sesleri kullanıyordum, bugün kelimeleri kullanıyorum; yarın yaprakları kullanmak istemeyeceğimin bir garantisi yok. Burnumun dibindeki geleceği hesaba katarım, ama görüş mesafesini aşan geleceği düşünerek yaşayan biri değilimdir. Hayatın akışına uyum sağlamak ve her zaman bir sonraki bölümü merak ederek yaşamak daha keyifli. Çünkü hep dediğim gibi, hayat başlı başına kompozisyon… 

🔗 Spotify

🔗 Soundcloud

🔗 YouTube